Ez Bûm, Ez Çûm, Ez Hatim Dengbêjin Sesiyle Medeniyetin Doğuşuna Yolculuk
- Hevi Akademi
- 26 Haz
- 3 dakikada okunur

Yazan : Zanyar ALTUN
Zagros'un yüce dağlarının gölgesinde, rüzgârın bile binlerce yılın hatırasını taşıdığı bir coğrafyada, insan ilk defa doğaya baş kaldırmadı; onunla konuşmayı seçti. Bu konuşma, ne dille başladı ne yazıyla... Taşlarla, ateşle, hayvanların bakışlarıyla; uzun kış gecelerinde, çıtırdayan bir ocağın etrafında başlayan bir dengbêjliğin ilk mırıldanışıydı. Çünkü insan, ilkin kulak kesildi toprağa. Sonra söze dönüştü gözlemi, ezgiye dönüştü sözü.
Henüz M.Ö. 12.000’lerde, dünya buzların esaretinden kurtulurken, Zagros’un eteklerinde biri yere eğildi. Elinde yaban buğdayı, önünde geniş bir düzlük... O gün toprağa atılan tohum, sadece tahıl değildi; aynı zamanda tarihin ilk kıvılcımıydı. Tarım devrimi, işte bu an’da vücut buldu. Ve hemen ardından, köpek o toprağın yoldaşı oldu. İnsanla aynı ateşin başında durdu, koyun sürüye katıldı, domuz avluya girdi. Her biri bir evin parçasıydı artık.
Zagros’un sessiz gecelerinde, bu ev artık sadece barınak değil, bir evren olmuştu. İçinde hayvan, yiyecek, ocak ve insan… Her şey tamamdı ama bir şey eksikti: Ses. Ve o ses, uzun gecelerde doğdu. Bir kadın çömleği yoğururken bir ezgi söyledi. Bir erkek tandır başında masal anlattı. Ve bu anlatım, ilk kez eğlenmek için değil, yaşamak için, dayanmak için, paylaşmak için dile geldi. Dengbêjlikti bu. Hikâye anlatıcılığı değil yalnızca; bir yaşam biçimi, bir bilgi aktarımı, bir ruh hâliydi.
M.Ö. 10.000’lerde, Çayönü’nün çimenleri üzerinde taş temeller yükseldi. Evler yapıldı, avlular çizildi, ilk köy doğdu. Birlikte yaşamanın ve birlikte üretmenin ilk kalıpları burada döküldü. Ama hâlâ yazı yoktu. Yazıdan önce gelen şey müzikti; sözlü ritimlerle aktarılan tarih, çömleklerin üstüne çizilen sembollerle tamamlanıyordu. Silvan’ın Maya Farqîn ovasında ilk çanaklar yoğrulurken, eller toprağı değil, aynı zamanda hafızayı da şekillendiriyordu.
“Dînê...Ez te digerîm li her dûr û nêzîkBi navê te teze ye min dilê rehet nabeTu yê xezalê, tu yê xezalêLi ser çîyayê mezin digerîBi çemê re dijî û dibêje serê şînê ”
“Maya” dediler o çömleğe. Bilgiydi çünkü. Bilge olanın elinden çıkan bilgiydi. “Farqîn” dediler ışığına, çünkü geceyi delen bir parıltı gibi aydınlatıyordu geçmişi. Seramik sadece kap değildi; bir dil, bir anlatı, bir zamanın mühürlenmesiydi. Ve ateş, sadece pişirmiyordu, kutsuyordu da.
Zaman aktı. Binlerce yıl sonra, M.Ö. 5000’lerde, biri dağdan bir taş aldı ve ateşe attı. Taş sıvılaştı: bakır doğdu. Artık insan doğayı yalnızca gözlemlemiyor, onu dönüştürüyordu. Madeni bükmeye başladığında, kaderi de eğdi. Bu kez çanak değil, hançer yaptı. Ayna yaptı. İğne yaptı. Her biri yalnızca araç değil, anlamdı. Süs değil, semboldü. Ve bu sembolleri yorumlayan, aktaran bir zümre doğdu: Magiler. Bilgiyi koruyan, çoğaltan, ateşin diliyle konuşan rahip-zanaatkârlar…
M.Ö. 3000’lerde Hurri halkı, dağların diliyle konuşuyordu. Dilleri ne Sami'ye benziyordu ne de sonradan batıda evrimleşen Hint-Avrupa dillerine. Çünkü Hint-Avrupa dil ailesi bizzat bu topraklarda, Amed çevresinde tarımın başladığı yerlerde, M.Ö. 12. binde doğmuştu. Hurri dili ise, bu kadim belleğin taşıyıcısıydı(Tarım devrimi ile beraber aryen kültürünün taşıyıcısı oldu). Bu dil, toprağın sesi, kayanın şarkısıydı. Yıldızlara bakarak ad koyan, taşlara bakarak hikâye kuran ve toprağı işleyen bir halkın sesi...
“Hezar car gotim ez te hez dikimTu gotî ez jî hez dikim, lê bêtir nas nakimEz gotim tu yê Dînê, tu yê xezalêLi ser rêya min biharê ketî, xewnê min tê yê”
Mitanni Kralları bu dili taşıdı; tanrılarını Hint-Aryen adlarla çağırsa da, duaları Zagros’un ezgisiyle söylendi. Yazı, artık ritüelin uzantısıydı. Her harf, bir dua; her çizik, bir yankıydı. Fakat sonra kuzeyde bir rüzgâr esti. Yamnaya bozkırlarından gelen atlılar, Zagros’un çocuklarının kuzeyde unuttuğu bilgileri güneyde tekrar hatırlattı. Bu geri dönüş, tarih kitaplarında “Aryen göçü” diye anlatıldı. Ama özünde bu, dağlara yazılmış bir mektubun sahibine ulaştırılmasıydı. Çünkü Yamnaya da Hurriydi. Bu göç, bilgiyle donanmış bir geri çağırıydı.
Ve bu bilgiden Hititler doğdu. M.Ö. 2. binyılda, Hurri, Luvi, Aryen bileşimiyle bir medeniyet sentezi yaratıldı. Hitit yazısı, Girit’te Linear B’ye dönüştü. Bu yazı, Frigya’ya ulaştı. Frigler onu alfabeleştirdi. Ve işte o alfabe, Zagros’un Magi medreselerinde, dağ başlarındaki taş okullarda satırlara döküldü. Bilgi, ilk kez kalıcı bir kayda kavuştu.
M.Ö. 8. yüzyılda, bir filozof deniz kenarında durdu. “Her şey sudur,” dedi. Belki de Diyala’nın kıyısında öğrendiği bir bilgiyi hatırlıyordu. Sokrates kendini bilme çağrısı yaptığında, belki Serêkaniyê’deki bir dengbêjden duyduğu sözü tekrar ediyordu. Çünkü onlar, batının filozofları değil; doğunun sesini taşıyan yankılardı.
Ve yazdıkları şeyler, sadece düşünce değildi. Magi medreselerinde öğrendikleri, Linear B’nin Frig versiyonuyla yazılmış bilgeliklerdi. Bu yazının özü, dengbêjlik gibi kulaktan kulağa değil, artık taştan kalbe taşınan sözdü.
“Tu ezmanekî ne, lê roja minêHer ku ez diçim, tu yî li dîmenê minGava ez bi xewnên xwe digerîmNavê te dibêje ser hevalên minDînê... Dînê... Xezal Dînê...”
O yüzden tarih, yalnızca Atina’da değil, Amed’in çamurunda da yazıldı. O yüzden filozoflar sadece akıl adamı değil, dengbêjdi de. O yüzden insan, ilk hikâyesini söylemedi, söylediği şeyi yaşadı.
Ve o hikâyeler, hâlâ Zagros’un rüzgârında yankılanıyor:
Ez bûm… Ez çûm… Ez hatim…




Yorumlar