top of page

Kürdistan: Unutulmuş Cennetin Gölgesinde Bir Rüya

  • Yazarın fotoğrafı: Hevi Akademi
    Hevi Akademi
  • 19 Haz
  • 2 dakikada okunur
ree

Yazan : Zanyar ALTUN


Kendimize hiç sorduk mu: Kürdistan’ı yeryüzünün cennetine dönüştüren şey nedir? Yoksa, üzerinde yaşayıp kök saldığımız bu kutsal toprakların, insanlık tarihindeki benzersiz yerinden habersiz mi yaşıyoruz da, ona sahip çıkmakta bu kadar zorlanıyoruz? Bu sorular zihnimin kıvrımlarında yankılanırken, zamanın sessiz perdesi aralanıyor ve ben tatlı bir uykunun eşiğinde, bilinç ile bilinçdışının arasında, kadim çağların göğsüne düşüyorum.

Uykunun dayanılmaz hafifliği beni alıp götürüyor. Birden karşımda, taş yontularının gölgesinde yaşayan, ayakları çıplak, gözleri binlerce yılın tanığı gibi derin bir mağara adamı beliriyor. Bana öyle tuhaf bakıyor ki, içimde eski bir ses uyanıyor: “Bu, Adem’dir.” Kendimi tutamadan soruyorum:

"Tu kî yî?"

İlk başta suskun, sonra bir damla kelimeyle başlıyor anlatmaya. Kendisinin ilk insan Adem olduğunu, cennetten kovuluşun sancılı sessizliğini ve yeryüzünde aradığı yurdun, yolunun son durağının Birkleyn Mağarası olduğunu fısıldıyor. “Burası,” diyor, “Yeryüzünün kayıp cennetidir; kovulmuş bir insan için sığınak değil, yeniden doğuşun beşiğidir.”

Ona teşekkür edemeden, bir başka zamanın içine düşüyorum. Şimdi Şanidar Mağarası’ndayım. Bu sefer karşımda bir Neandertal kadını beliriyor. Yüzünde tarihin toprakla karışmış bilgeliği. Aynı soruyu soruyorum:

"Tu kî yî?"

“Ben,” diyor, “tarihin en eski halklarından biriyim. Nice yer gezdim, nice mağarada yaşadım. Ama hiçbiri Kürdistan kadar kucaklayıcı değildi. Bu toprak, yalnızca yaşanacak yer değil; yaşanılmak için yaratılmış bir yerdir.”

Tam sözünü bitirecekken, düş bir kez daha yer değiştiriyor. Bu sefer bir ağacın gölgesindeyim. Çevremde sessizce dua eden, dillerinde ilahi ezgilerle dilek tutan on bir kadın var. İçlerinden biri gözleriyle beni çağırıyor. Yanlarına oturuyorum. Yaşlı olanı başını kaldırıp hafifçe gülümsüyor:

"Beklediğimiz kişi de geldi," diyor.

Bedenim değil, ruhum merkezde. Sözsüz bir ritüelin içindeyim. Dönüp duruyor zaman, bir anda Gırê Mırâza’nın kutsal taşlarına dokunuyorum. Toprağın hafızası konuşuyor artık. Bu kez Urfa Adamı olarak hissediyorum kendimi. Zincirin bir halkası, geçmişin yankısıyım. Çevremde ellerinde oraklarla buğday biçen insanlar, klamlar söyleyen kadınlar var. Her biri tanıdık, her biri kadim.

Dicle kıyısında bir ses yükseliyor. Ne bir çağlayan, ne bir kuş sesi. Bir bülbül gibi ince, ama derin. Karşımda, ay ışığına bezenmiş bir figür beliriyor: İştar. Daha ona kim olduğunu sormaya kalmadan, yanı başıma oturuyor. Anlatıyor. “Gılgamiş beni reddetti. Teklifimi küçümsedi. Gök Boğası’nı onun üzerine saldım. Ama o onu da öldürdü.” Yüzünde öfke yok. Sadece hatırlamanın hüznü var. Onu dinlerken, rüyanın içindeki zamanın kırıldığını hissediyorum. Bir ses beni geriye çağırıyor.

Gözlerimi açıyorum. Başımda kuzularımdan biri var. Yavaşça bana yaklaşıp burnunu dizime sürtüyor. Uyanma vaktinin geldiğini fısıldıyor adeta. Etrafıma bakınıyorum. Hayır, bu bir başka rüya değil. Diyare Hafêde Taşı'ın üzerinde oturuyorum. Bedenim taş gibi, ruhum hâlâ uykunun kıyısında. Gözüm, ufukta kıpkızıl yanan bir gün batımına takılıyor. Son bir kez derin bir nefes alıyorum. İçimden bir dua yükseliyor:

Ya Star

Sonra, ağır ağır kuzularımı topluyorum. Yavaşça köy yoluna düşüyorum. Rüya sona erdi. Ama içimde filizlenen farkındalık artık sonsuz bir yankı gibi taşlara sinmiş.


------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Kürdistan, yalnızca bir toprak parçası değildir; o, insanlık bilincinin doğduğu ilk çığlıktır.

Onu anlamak, geçmişe değil, geleceğe yürümektir. Onu korumak, yalnızca bir görev değil, yeryüzünün kalbine duyulan saygının ta kendisidir.

 

Yorumlar

5 üzerinden 0 yıldız
Henüz hiç puanlama yok

Puanlama ekleyin
bottom of page