Yoldaşlığın Derinliği, Varoluşun Eşiği ve Dağların Çağrısı
- Hevi Akademi
- 27 Kas
- 2 dakikada okunur

Yazan: Mehmet GÜR
Yaşamın esasında, insanın yanında yürüyebildiği birkaç gerçek yoldaş vardır. Yoldaşlık bazen bir dost, bazen bir fikir, bazen de içimizde sessizce duran bir sezgi olabilir. Yoldaşlık ettiklerimiz, gerçekte kim olduğumuzu, hangi yoldan yürüdüğümüzü ve ardımızda ne bırakabileceğimizi belirler. Zamanla kaybolan günlere ne kadar anlam yükledik? Yaşarken, yaşam ile ölüm arasındaki o ince, görünmez köprüde bir hatıra, bir iz bırakmayı başarabildik mi? Bütün sorgulamalar, işte bu kırılgan soruların içinden doğar.
Hayat çoğu zaman bir karmaşa içinde kendini gösterir. Düşünceler, duygular, beklentiler ve hayal kırıklıkları iç içe geçer. Böyle zamanlarda bize ışık olanları rehber sayarız; çünkü insan, karanlık zamanlarında bir parıltının peşine düşmek ister. Bu rehberler ne ilah, ne de ulu kişilerdir aslında; yalnızca yaşamın ağırlığı karşısında aklın soğukkanlılığıyla durabilen, olaylara mantık çerçevesinde yaklaşabilen, kendi içsel sesini ayırt edebilen kişilerdir. Onları yüceltmemiz, onları tanrılaştırdığımız için değil; insanın yolunu berraklaştırabildikleri için gerçekleşir. Her toplumun öğreticiyi, bilgeleri baş tacı yapmasının nedeni budur: Hakikat arayışı, insanın en kadim ihtiyacıdır.
Varoluşun özü, yeniden filizlenebilmekte saklıdır. İnsan, her düşüşünde biraz daha olgunlaşır, her yeniden başlangıcında biraz daha kök salar. Bazı yerler insanı kendine çağırır; kimi zaman bir dağın sessizliği, kimi zaman bir toprağın kokusu, kimi zaman da yalnızca rüzgârın taşıdığı bir an… Yaşamın yeniden doğum anları, çoğu zaman sessizdir ama etkileri derindir. Belki de her şey, insanın kendi içindeki karanlığı fark edip ona rağmen yürümeye başladığı anda başlar.
Dağlar ve şehirler, insan ruhunun iki farklı aynasıdır. Dağlar, kişinin kendisiyle konuşabildiği, seslerin sustuğu, içsel dünyanın genişlediği mekânlardır. Bir dağın zirvesine çıkan insan, yalnızca dünyaya yukarıdan bakmaz; kendi içsel karmaşasının üzerine de yükselir. Dağlar, yeniden var olmanın, yeniden nefes almanın, yeniden kök salmanın adresi hâline gelir.
Şehirler ise bambaşka bir gerçekliği temsil eder. Düzenin, sistemin, hızın ve tüketimin içinde insanı fark ettirmeden yıpratan bir döngü vardır şehirlerde. Herkes bir şeylere yetişmeye çalışırken aslında kendinden uzaklaşır. Beton duvarların arasında sıkışan zaman, insanı yavaş yavaş tüketir. Bu yüzden şehir yaşamı çoğu zaman, fark edilmeyen bir yok oluşun, sessiz ama sürekli bir tükenişin sembolüdür. İnsanların günbegün aynı döngüde yaşaması, farkında olmadan ölümün eşiğinde dolaşan bir hayatı kabullendiklerini gösterir.
Bu döngüyü fark edenler, uyanışa geçenlerdir. Uyanış, bir anlık bir farkındalıktan ibaret değildir; insanın içindeki tüm ağırlıkları aynı anda görmesi ve buna rağmen bir adım atabilme cesareti göstermesidir. Uyanan kişi, eski yaşamının zincirlerini kırar; alışkanlıkların, korkuların ve zorunlulukların ardında saklanan gerçek benliğe ulaşmak için yol alır. Bu nedenle şehirlerin çürütücü gürültüsünü geride bırakıp dağların sessizliğine yönelenler, aslında sadece kaçanlar değil; yeni bir yaşamı, yeni bir varoluşu kendi elleriyle inşa edenlerdir.
Belki de işin özü şudur: İnsan, hangi yolda yürüyorsa onun izini taşır. Yoldaşlık ettiği fikrin, duygunun, insanın şekline bürünür. Kimisi kalabalıkların içinde kaybolur; kimisi ise dağların sessizliğinde yeniden doğar. Kimisi şehir döngüsünün içinde kendini tüketir; kimisi yalın bir nefeste tüm yaşamı yeniden kurgulayabilir.
Sonuçta, yolun kendisi kadar yolculukta bıraktığımız izler de önemlidir. Yaşam ile ölüm arasındaki köprüde bıraktığımız işaretler, sadece başkalarına değil; en çok da kendimize bir hatırlatmadır. “Ben buradaydım ve yaşadım,” demenin en sade ama en güçlü yoludur. İnsan yeniden var olmayı seçtiği sürece, hayat her zaman yeniden başlar.




Yorumlar